28.08.2024 tarihli Üst Kurul Toplantısında, ‘TELE 1’ logosuyla yayın yapmakta olan ‘‘ABC Radyo Televizyon Ve Dijital Yayıncılık A.Ş.’’ unvanlı medya hizmet sağlayıcı kuruluşun; 14.08.2024 tarihinde saat 19:59’da yayınlanan "4 Soru 4 Yanıt " adlı program yayınında Dr. Merdan Yanardağ’ın AK Parti’nin 23. kuruluş yıl dönümüne ilişkin aşağıda deşifresi verilen ifadelerine istinaden 6112 sayılı Kanunun 8’inci maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendinde yer alan "İnsan onuruna ve özel hayatın gizliliğine saygılı olma ilkesine aykırı olamaz, kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliğinde ifadeler içeremez." hükmünün ihlali nedeniyle yaptırım kararı alınmıştır.
Sunuculuğunu Murat Taylan’ın yaptığı bahsi geçen program yayının 14.08.2024 tarihinde yayınlanan bölümünde daimi konuk olarak yer alan Dr. Merdan Yanardağ’ın yorumları aşağıda deşifre edilmiştir. Murat Taylan 20:00:46’da ‘Bir nesil AKP’siz yıl bilmiyor, AKP’siz gün bilmiyor. AKP dışında bir Türkiye yaşamadı. 23 yıl uzun elbette bir siyasi parti ve tek başına iktidar olduğu, son döneminde koalisyon da olsa sonuçta karar verici pozisyonda olduğu, oldukça uzun bir dönemden bahsediyoruz. Bu 23 yılı sizin değerlendirmenizi rica edeceğim. Yani AKP yolsuzluk, yasaklar ve yoksullukla mücadele edeceğiz diye siyasi hayatını başlatan, böyle ilan eden AKP iktidarı 23 yılında Türkiye’yi nerden nereye getirdi?’ sorusunu Dr. Merdan Yanardağ’a yöneltmiştir.
Bu soru üzerine Yanardağ, (20:05:20) ‘Bu 23 yılı kısaca özetleyecek olursak, “(...) Cumhuriyetle savaşta 23 yıl geçirdiler. Bu 23 yılın özeti Cumhuriyeti yıkmak, Cumhuriyeti imha etmek yerine en azından düşük yoğunluklu da olsa İslamcı bir rejimi geçirmek için mücadele etti AKP… Örneğin Mustafa Kemal ismini statlardan, havaalanlarından silmek için olmadık işler yaptılar. Yeşilköy Atatürk Havalimanı gibi Dünya’nın en iyi 3. Havalimanı kabul edilen bir havalimanını imha ettiler… Şehir hastaneleri başka bir rezalet zaten. Sağlık sistemini bozdular. Sosyal devleti yıktılar. Kamu ekonomisini yok ettiler. Alabildiğine bir özelleştirme dalgasıyla Türk ulusunun her kökenden bu milleti oluşturan bu insanların bizim dedelerimizin anneannelerimizin, babaannelerimizin bizim büyüklerimizin atalarımızın kendi yaşamlarından feda ederek biriktirdiği o zenginlikler, bu 20 yıl içinde yağmaladılar. Herkese fantastik bir hikâye gibi görünür ama bunu bir ganimet saydılar. Çünkü onlar Cumhuriyeti kâfirlerin rejimi olarak görüyorlardı. Çünkü Türkiye’yi darülharp ülkesi olarak ilan etmişlerdi. Darülharp savaş ülkesi, savaş evi demek, düz Türkçeye çevirmekle böyle ifade edebiliriz. Ama teolojik anlam ise İslam’ın egemenliği için savaş yürütülen topraklar demektir darülharp ülkesi. Türkiye, İslamcı literatürde darülharp ülkesidir. AKP’nin gelişi ile birlikte ele geçirdikleri o kâfirlerin devleti cumhuriyettir. Onun varlığını yağmalamayı hak saydırlar. Buna ne dediler kılıç hakkı. O yüzden ayakkabı kutularından çıkan parayı cihat parası diye aklayıp ganimet olarak gördüler. Ganimet şeriat hukukunda haktır. Bu bir ortaçağ hukukudur. Bir yağma hakkı vardır. Bu Arap kültürünün İslam dinine dâhil etmeye çalıştığı şeriat hukukuna dâhil etmeye çalıştığı bir anlayıştır. Ama ortaçağda geçerlidir. Bu ortaçağ hukukunun zihniyetini 21. yy’de Türkiye Cumhuriyeti’nde uyguladılar. Kılıç hakkı olarak gördüler. O yüzden vakıflar yoluyla yolsuzluk yapmak en büyük araçlarından biriydi. Vakıflar Osmanlı’da da yani Asyatik bir yönetim tarzına sahip toplumlarda, Doğu toplumlarında mülk genellikle padişahın ya da halifenindir. Sultanındır mülk. Allah adına onlar o mülkün emanetçisidir. O mülk onlara aittir. Toplumun mülkü yoktur. Diğer aristokratlar ise vakıflar yoluyla özel mülkiyet edinirler. (20:09:54) AKP vakıflar üzerinden bir yolsuzluk rejimi kurdu. Niye Bilal Erdoğan ya da Erdoğan ailesinin yönetiminde olduğu bir vakfa şu anda Amerika’da şubesi olan 99 milyon 990 bin dolar bağış yapıldı? Çünkü 100 milyon doları aştığı takdirde onun kaynağı hakkında bir soruşturma açılıyor. Bu bağışın kim tarafından yapıldığını bilmiyoruz. Bunlar büyük paralar… (20:11:01) Dolayısıyla 23 yıl akıllara durgunluk veren Cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidar döneminde karşılaşmadığımız bir yağma ve vurgun dönemi oldu. Birkaç örnek verebiliriz. Dolar AKP iktidara geldiği zaman 1 Lira 63 kuruştu. Bugün dolar 33 lira 54 kuruş. Ekmek 2002’de 25 kuruşmuş bugün en ucuz ekmek 10 TL. Sadece kredi borçları 6 milyar liradan 3 trilyon 390 milyon TL’ye çıktı. İşsizlik, geniş tanımlı işsizlik 21 milyon insanı geçmiş. Bu dehşet vericidir. Geniş tanımlı işsizliğin bu derece artmasının nedenlerinden biri Türkiye’ye gelen düzensiz göç diye kibarlaştırılarak ifade edilen yasa dışı sığınmacılara özellikle Suriyelilere ve Afganistanlılara yer yer kimi Afrika ülkelerine bu ülkenin sınırlarına alabildiğince açmak. Hem onları ucuz iş gücü gibi değerlendirmek hem de muhtemel bir rejim değişikliğinin sosyal tabanını genişletmek amaçlıdır. Suriye’den gelenlerin ağırlığı İslamcıdır. Şeriatçı bir dünya görüşüne sahiptir. Dar tanımlı işsizlik zaten 10 milyonu bulmuş vaziyette… (20:13:15) Avrupa Birliği safsatasının ne kadar büyük bir, Avrupa Birliği hedefinin ne kadar büyük bir safsata, ne kadar büyük bir yalan olduğunu hep birlikte gördük. Esas olarak Avrupa Birliği sopasını Türkiye'deki yurtsever, ulusalcı denilen yurtsever, halkçı demokratik muhalefeti bastırmak ve Kemalist rejim diye ifade ettikleri vesayet rejimi dedikleri Cumhuriyetten geriye ne kaldıysa o kalan Cumhuriyetin kurumlarını imha etmek için kullandılar. Avrupa Birliği’ne girmeyi boş verin, AB üyelerinden birine turist olarak gitmek için vize almak bile sorun haline geldi. Türkiye’yi Suriye, Ortadoğu bataklığına sapladılar… Diplomasız olmak bu dönemin en karakteristik özelliklerinden biri. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın diplomasının olup olmadığı hale bu ülkede tartışılıyor… Türkiye’de demokrasiyi imha ettiler. Bir patrimonyal sultanizm denilebilecek, herkesin o vesayet ilişkisi diye beğenmediği dönemi aradığı bir ülke haline getirdiler. Dilruba Y. gibi bir yurttaşımız bir sokak röportajında AKP iktidarını eleştirdiği için, sert bir dille eleştirdiği için, ne kadar sert olursa olsun, tutuklandığı bir ülke haline geldi. Demokratik hak ve özgürlükler ortadan kalktı. (20:15:39) Türkiye bir hapishaneler ülkesi haline geldi. Aydınların, gazetecilerin rastgele tutuklandığı, sık sık tutuklandığı ya da cezaevlerine aydınların yeniden doldurulmaya başlandığı darbelerle, örtülü ve açık darbelerle geçen, demokrasinin askıya alındığı, Anayasa'nın askıya alındığı, fiilen askıya alındığı, yasaların uygulanıp uygulanmadığını iktidarın keyfine göre belirlendiği uygulanıp uygulanmayacağı, Anayasa'nın uygulanıp uygulanmaması iktidarın keyfine bırakıldığı bir rejim haline getirdiler. Sonuç olarak Türkiye 2024 dünyasında gerici, faşist bir diktatörlüğe doğru sürüklenen ya da benim kullandığım ifade ile İslamofaşist bir rejimi inşa etme sürecine sokulmuş ve fakat toplumun da buna karşı şiddetli bir direniş gösterdiği, demokratik bir direniş gösterdiği bir ülke durumundadır. Bu tabloya baktığımızda 23 yıl Cumhuriyetle savaştılar. Cumhuriyeti yıktılar. Cumhuriyetten geriye bir şey kalmadı. Laik eğitim düzenini yıktılar. Zaten çok sınırlı olan demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırdılar. Yargının bağımsızlığını yok ettiler. Kimsenin güvencesi kalmadı. (Özel mülkiyetin güvencesi bile kalmadı. Bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile herkesin malına mülküne el koyabilecekleri bir düzen yarattılar. Pekâlâ, çok kolay bir şekilde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devrederek oradan yandaş gruplara aktardıkları bir düzen yarattılar. Bir yandaş sermaye grubu oluşturdular ve sonuç olarak Türkiye'de bir muhafazakâr İslamcı bir oligarşi oluşturdular... Türkiye'de toplam sayısı 3-5 bin kişiden ibaret bir oligarşi oluştu. Türkiye'yi bu oligarşi yönetiyor ve bu oligarşi yağmalıyor, bu oligarşi bu ülkenin geleceğini karartmaya çalışıyor… (20:24:31) AKP Cumhuriyeti yıkmasına yıktı ama kendi rejimini kuramadı. Bunu yapamadı. Buna bilgisi, görgüsü, birikimi, insan kaynakları, müktesebatı yetmedi. Rüküş bir siyasi hareket. Donanımı yok. Bir perspektifi yok. İnsanlara önerdiği bir gelecek yok. Bir orta çağ değerler dünyasını önermekten başka yaptığı bir şey yok… (20:28:44) AKP'nin kuruluşunda Amerikalılar vardır, İsrailliler vardır. O nedenle Necmettin Erbakan’ın söylediği şey doğru. AKP’ye verdiğiniz oy, İsrail’e verilen oydur derken abartılı bir dildir, keskin bir dildir ama bir gerçeği de ifade etmektedir. (20:29:25) Bir Amerikan projesi olarak inşa edilmiştir AKP. AKP emperyalizmle işbirliği yaparak iktidar olabileceklerini gören İslamcıların partisidir…(20:30:50) Türkiye'de yerli ve milli olmayan tek parti, en önemli parti AKP'dir. Bir Atlantik partisidir AKP. Adalet ve Kalkınma Partisi değildir. Atlantik'i kalkındırma partisidir. AKP'nin adı budur (…)’’ şeklinde ifadelerde bulunmuştur.
İlgili uzman raporunda yukarıda deşifreleri verilen ifadelerin ağır suçlamalar içerdiği belirtilmiş, hükümetteki partinin ise terör örgütüne benzetildiğine dair açıklamalarla yaptırım kararı talep edilmiştir.
Medya hizmet sağlayıcı kuruluşların en temel görevlerinden biri, içinde bulundukları toplumun sesi olmaları için gerekli ortamın objektif ve etik bir çerçevede sağlanmasını temin ederek kamuya bilgi akışı sağlamak bir diğeri ise medya mensuplarının kendi mesleklerini belirli kurallar çerçevesinde icra etmelerine olanak tanımaktır. Bu olanağın tanınması öncelikli ve mecburi olarak medya mensuplarının görüşlerini hiçbir baskı altında olmadan açık bir şekilde ifade etmelerini sağlamaktan geçmektedir. Bu olanak kamuoyunun bilgilendirilmesi açısından son derece önemli bir yapı taşı olmakla beraber ilgili yasalar çerçevesinde de korunmaktadır. Koruyucu yasaların en temelinde ise demokrasinin temel önceliklerinden biri olan haber alma özgürlüğünün sağlanması yatmaktadır. Yasama, yürütme ve yargı organlarından sonra dördüncü büyük güç olarak kabul edilen medya, halkın haber alma özgürlüğünü sağlamak zorundadır. Bu nedenle bunun sağlanabilmesi için medya mensuplarının kişi, kurum ve kuruluşları eleştirmesi; onların söz ve eylemleri hakkında kamuoyunu bilgilendirmesinin doğal bir durum olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Medya mensuplarının bu eleştirileri yayın kuruluşlarında ifade etmeleri onların kişilik haklarına karşı saygılı davranmaları hem meslek etik ilkeleri çerçevesinde icra edilmesi gereken hassas bir alan hem de ahlaki ve toplumsal bir sorumluluk olarak görülmektedir.
5187 sayılı Basın Kanunu'nun 3.maddesinde, ‘Basının özgür olduğu, bu özgürlüğün; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içereceği, basın özgürlüğünün kullanılmasının ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlakının, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabileceği’ hükmüne yer verilmiştir.
Dolayısıyla yukarıda ifade edilen yorumlamaların başkalarının şöhret ve haklarına, toplum sağlığına ve ahlaka, milli güvenliğe, kamu düzenine, kamu güvenliğine ve toprak bütünlüğünün korunmasına, devlet sırlarının açıklanmasına veya suç işlenmesinin önlenmesine, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığına yönelik herhangi bir ifadeye yer verilmediği görülmektedir. Bir basın mensubunun da bu denli eleştiri yapmaya hakkı olmaz ise demokratik bir ortamdan nasıl söz edilebileceği düşünceleri ortaya çıkmaktadır. Yukarıdaki ifadeler objektif bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, hem yasa hem de ahlak kuralları gereği herhangi bir ihlale sebebiyet vermediği, gerçeklik ya da doğruluk ilkelerinden ödün verilerek kamuoyunu yanlış yönlendirmek gibi bir yaklaşımın ve niyetin söz konusu olmadığı hâsıl olmaktadır. İlgili uzman raporunda belirtildiği gibi yukarıda açıkça ifade edilen yorumların sınırsız ve kontrolsüz olması ancak ve ancak söylemlerde destekleyici olması bakımından verilen örneklerin yani ifade edilen somut gerçekliklerin de hiç olmaması durumunda kabul edilebilir olabilirdi. Aksi takdirde kendisine yöneltilen soru gereği geçtiğimiz 23 yılı yorumlaması beklenen bir basın mensubunun kendi düşüncelerini rahatlıkla ifade edemediği herhangi bir medya ortamı 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 3. Maddesine aykırı olduğu kabul edilmelidir.
Tüm bunların yanı sıra insan hak ve özgürlükleri arasında yer alan ifade özgürlüğü, olması beklenen demokratik bir yönetimin vazgeçilmez bir unsuru olarak görülmelidir. Hem ulusal hem uluslararası mevzuatta korunan ifade özgürlüğü T.C. Anayasası’nın 26. Maddesinde ‘Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’ başlığı altında yer almakta ve “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar...”, ifadeleri ile almaktadır. Ayrıca 28. maddesinin birinci fıkrasında “basının hür olduğu ve sansür edilemeyeceği”, üçüncü fıkrasında “basın ve haber alma özgürlüğü bakımından devletin pozitif yükümlülüklerinin bulunduğu” hükümleri ile anayasal güvence altına alınmıştır.
Konu ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de “İfade özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin 1. fıkrasına göre; “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir:” ifadelerine yer vermektedir.
AİHM’ye göre ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS'nin 10. maddesinin 2. fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz (Handyside/Birleşik Krallık, 5493/72, 07.12.1976).
Hakkında bir yargı hükmü verilmesi talep edilen sınırlama veya müdahalelerin “gerekliliği”ni incelerken AİHM, aşağıdaki yaklaşımı benimser (bkz. örneğin Janowski-Polonya davası kararı, 21 Ocak 1999, Reports 1999-I, paragraf 30): 10. Madde’de belirtildiği gibi, [ifade özgürlüğü] istisnalara tabidir. Ancak bu istisnalar dar anlamda yorumlanmalıdır. Herhangi bir sınırlama ihtiyacı ikna edici şekilde ortaya konulmalıdır (bkz. aşağıdaki kararlar: Handyside-Birleşik Krallık,7 Aralık 1976, Seri A No. 24, s. 23, paragraf 49; LingensAvusturya, 8 Temmuz 1986, Seri A No. 103, s. 26, paragraf 41; ve Jersild-Danimarka, 23 Eylül 1994, Seri A No. 298, s. 23, paragraf 31). Denetim yetkisini kullanırken Mahkeme şikâyete konu olan müdahaleyi davanın bir bütün olarak ele alınması temelinde incelemelidir. Buna başvurucunun suçlanmasına yol açan sözlerin içeriği ve bunların hangi bağlamda sarf edildiği de dâhildir. Mahkeme özellikle, söz konusu müdahalenin “izlenen meşru amaçla orantılı” olup olmadığını ve ulusal mercilerin müdahaleyi haklı göstermek için ileri sürdükleri gerekçelerin “uygun ve yeterli” olup olmadıklarını belirlemelidir (bkz. yukarıda belirtilen Lingens davası kararı, s. 25-26, paragraf 40 ve Barfod-Danimarka davası kararı, 22 Şubat 1989, Seri A No. 149, s. 12, paragraf 28). Bunu yaparken Mahkeme, ulusal mercilerin kuralları 10. Maddenin içerdiği ilkelere uygun kullanmış ve ayrıca yaklaşımlarını davaya esas teşkil eden olayların kabul edilebilir bir değerlendirmesi üzerine temellendirmiş olduğu konusunda tatmin olmalıdır (bkz. yukarıda belirtilen Jersild davası kararı, s. 24, paragraf 31).
Lingens-Avusturya davasında başvurucu, iki gazete yazısında Almanya Başbakanına yönelik bazı ifadeleri (“en adi türden fırsatçılık”, “ahlâksızca” ve “utanç verici”) yüzünden hüküm giymişti. AİHM bu davada, ‘mahkemenin görüşünün, olgular ile değer yargıları arasında özenli bir ayırım yapmak gerektiğini’ belirtmiş ve şu ifadeleri eklemiştir: ‘Olguların varlığı kanıtlanabilir; oysa değer yargılarının doğruluğu kanıta başvurularak ortaya konulamaz. Bu nedenle başvurucunun değer yargılarını temellendirmek için başvurduğu olguların da, iyi niyetinin de tartışma konusu olmadığını saptamaktadır. Bu tür bir davada gazeteciler iddialarının doğruluğunu kanıtlayamadıkları takdirde hüküm giymekten kurtulamamaları durumunda, değer yargıları açısından bunu talep etmek, gerçekleştirilemeyecek bir şey istemektir; bu durum, AİHS’in 10. Maddesi’nin teminat altına aldığı hakkın asli bir bölümü olan kanaat özgürlüğünün bizzat ihlalidir. İfade özgürlüğünü kullanmasına yönelik bu tür bir müdahale ile “demokratik bir toplumda [...] başkalarının şöhret[inin] korunması için” gerekli olmadığı ortaya çıkmaktadır; müdahale izlenen meşru amaçla orantısızdır. Dolayısıyla, AİHS’nin 10. Maddesi ihlal edilmiştir.’ (8 Temmuz 1986 tarihli karar, Seri A No. 103, paragraf 46-47) ifadeleri ile sınırlamanın gerekliliği konusunu örneklendirmiştir. Bu sebepledir ki, doğruluğu denetlenebilir olgu veya verilerin yanı sıra, doğruluğunun kanıtlanması söz konusu olamayan fikir, eleştiri ve spekülasyonların dile getirilmesi de 10. Madde içerisinde koruma altına alınmıştır.
Yine AİHM’ne göre hükümete karşı eleştirinin sınırları, bir vatandaşa hatta bir politikacıya göre daha geniştir. Demokratik bir sistemde, Hükümetin eylemleri ve ihmalleri sadece yasama ve yargı makamlarının değil aynı zamanda basın ve kamuoyunun da yakın incelemesine tabi tutulmalıdır.(AİHM Castells/İspanya, Başvuru No: 11798/85, Para. 46)
Bir diğer örnek olarak Castells-İspanya davası kararının (23 Nisan 1992, Seri A No. 236, s. 23-24, paragraf 46-50) konusunu siyasi konularda eleştiri oluşturuyordu. Bu davada bir parlamento üyesi, kendisine göre sorumlu mevkilerde bulunan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olan bir dizi saldırının kovuşturulması için somut bir adım atmaması dolayısıyla hükümeti eleştirmişti. Bu yüzden hüküm giymiş ve mahkemeler sözlerinin doğruluğunu kanıtlamasına imkân tanımamışlardı. AİHM genel olarak, eleştiri sınırlarının eleştiri hükümete yöneldiği zaman, bir bireye yöneldiği durumdan daha geniş olduğunu ifade etmiştir – kararın en önemli yönü de budur.
Bir başka AİHM kararına göre; ‘ifade özgürlüğünün, toplumsal ve bireysel işlevini yerine getirebilmesi için AİHM’nin de ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarında sıkça belirttiği gibi yalnızca toplumun ve devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü haber ve düşüncelerin değil, devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları rahatsız eden haber ve düşüncelerin de serbestçe ifade edilebilmesi ve bireylerin bu ifadeler nedeniyle herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacağından emin olmaları gerekir. İfade özgürlüğü, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin temeli olup bu özgürlük olmaksızın demokratik toplumdan bahsedilemez.’ (AİHM Handyside/Birleşik Krallık, Başvuru No: 5493/72, Para. 49) ifadeleri karar metninde yer almıştır.
AİHM’e göre, devlet, başta basın özgürlüğü olmak özere, ifade özgürlüğünü korumak için her türlü tedbiri almak zorundadır; bu bağlamda devletin pozitif yükümlülüğü vardır. Devletin (yasama, yargı ve yürütme organlarının), ifade özgürlüğünü sınırlamada takdir yetkisi çok dardır. Devletin ifade özgürlüğü ile ilgili takdir yetkisi, toplumun genel ahlakı ile ilgili konularda bile çok dardır (Open Door ve Dublin Well Woman / İrlanda kararı, 1992).
İfade özgürlüğüne karşı tüm bu koruyucu yasalar ışığında değerlendirilecek olursa, yayında kullanılan ifadelerin sınırları dâhilinde ölçülü bir dille ekrana getirilmiş olması, bu hakkın yukarıda belirtilen ilgili mevzuat çerçevesinde uygun bulunması gerektiği anlaşılmaktadır. Bir medya mensubunun siyasi eleştirilerini rahatlıkla dile getirmesinin, medya hizmet sağlayıcı kuruluş açısından bir suç sayılmasının hukuki bir yanı bulunmamaktadır. Eleştiri hakkı ile kamuoyunun tamamen olumlu yönde oluşmasına hizmet etmesini beklemek hem demokratik bir ülkenin amacı olarak kabul edilemez hem de yukarıda sıralanan bir dizi ilgili mevzuat bakımından da haklı çıkarılamaz. Yayında ifade edilen yorumların başkalarının haklarını kısıtlayacağı herhangi bir tehdit unsuru içermediği, sınırları dâhilinde ve ölçülü bir dille ekrana getirilmiş olduğu, kişi ve kurumları aşağılayıcı bir tavır içermediği, iftira niteliğinde ifadelere yer verilmediği, sorumlu yayıncılık faaliyetleri çerçevesinde dile getirildiği, kişilik haklarına yönelik herhangi bir ifade içermediği açıkça görülmektedir. Bir basın mensubunun bu yorumları yapmasının engellenmesi gazetecilik görevini yerine getirmesinin, kamunun ise haber alma hakkının önüne konulmuş bir engeldir ve Anayasal olarak güvence altına alınan hakların uygulanamaması anlamına gelmektedir.
İlgili uzman raporu içeriği ile birlikte bahse konu program yayınında dile getirilen bu yorumların ‘kişi ya da kuruluşları eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliğinde’ ifadeler içerdiği yönündeki iddialarının, muhalif basının susturulması ve hatta kamuoyunun tek taraflı bakmaya alıştırılması yönündeki yorumlardan ibaret olduğu ve demokrasinin gerektirdiği çoğulculuk ve çok seslilik gibi kavramalara da uzak bir karar olduğu görüşünü savunduğum için çoğunluğa katılmadım. 07.10.2024